FARS EDEBİYATINDA FÜRUĞ TUSUNAMİSİ
1935 yılının Ocak ayında geleneksel bir terbiyeyle yetişmiş iyi ve temiz kalpli bir Anne’den ve katı denecek kadar disipline ve aynı zamanda kültüre sahip bir subay Baba’dan Tahran’da dünyaya gelen Şaire Furuğ Ferruhzad daha İlk Okul çağlarında şiir yazmaya başlamıştır. İçindeki sanatçı kişiliği ve edebiyat aşkını yansıtmaya fırsat ararken genç yaşta yaptığı evlilik ona en büyük bir hayat tecrubesi olurken hayatının en büyük acılarını da beraberinde getirdi. Yeşermeden biten bu evlilikten bir evladı olmasına rağmen boşanmaları nedeniyle çocuğundan ayrılmak zorunda kalan Furuğ, kalbinde dev gibi yanan evlat hasretinin korlarını ölünceye kadar şiirlerinde körükleyip durdu. Aşkın her halini şiirlerine yansıttığı her yaşında olgun bir ruhun acıklı söylemleri,sanki yetmişlik bir Babaannenin dizlerine örttüğü battaniye kadar ısıtan ifadelerle kalplere sıcaklık ve gerçeklik hissi veren akıllı teşbihlerle süslediği şiirleri onu bu güne taşıma bahtiyarlığına kavuşturmuştur.
TUTSAK
seni istiyorum ve biliyorum
asla koynuma almayacağım
sen o aydın ve pırıl pırıl gökyüzüsün
ben bu kafeste bir tutsağım
kara ve soğuk parmaklıklar ardından
gözlerim hasretle bakıyor yüzüne doğru
bir elin uzanışını düşlüyorum…
ansızın ben de uçayım diye sana doğru
boş bulunan bir anda düşlüyorum
bu sessiz hapishaneden uçayım
gülerek gardiyan adamın gözüne
yanında yaşama yeniden başlayayım
düşlüyorum ancak bilirim asla
bu kafesten kurtulma gücüm kalmamış
gardiyan istese bile
kanatlanıp uçmaya soluğum kalmamış
parmaklıklar ardında her sabah
bir çocuğun bakışı güler bana doğru
sevinç şarkılarına başladığımda
dudağı öpücükle gelir bana doğru
şayet bir gün, ey gökyüzü
kanatlanırsam bu sessiz evden
ağlayan çocuğa nasıl söylerim
tutsak bir kuşum vazgeç benden
bir mumum canımın yalazıyla
harabeleri aydınlatırım
sönüklüğü seçersem eğer
bir yuvayı yıkıp dağıtırım
Bir Annenin sadece evladıyla sınırlı kalmayan o koca yüreğini bütün çocuklara ve kimsesizlere ve hatta cüzam hastalığına yakalanmış talihsiz insanlara açması sahiden de İran’ın o günkü çehresinde dev bir Tusunami çalkantısına sebep olmuştur..
Başarı onun için kaçınılmazdı çünkü aklını kalbinin önüne geçirdiği zamanlarda bile duygularına gem vurmuyordu.İçtenliğini yansıttığı her çalışma onu zirveye bir adım daha yaklaştırıyordu. İkinci kitabı Duvar’dan gönül huzmelerine yine hüzün yansır duygu seliyle…Eşi Pervez Şapur’a atfettiği bu kitabın ardından edebiyat bahçelerinde yaşamın koyu ve can yakan renklerini nahif ve buruk kalbiyle işlemeye devam etmiştir. O’nun on altı yaşının ilkbaharını zemheriye çeviren yaşam öyküsü okurlarının hafızalarında erken ve acıklı ölümüyle unutulmayacak bit tablo görünümünde kamlmıştır.
O kırgın ve özlem dolu kadın, babaevinden sonra dünyasına açılan ikinci pencereden bakmıştı hayata ve o bakış can acıtıcıydı canı yananların anlayacağı bir dille yazdığı şiirler ılık ılık gözyaşlarının büyüttüğü hissiyatla yazılmış ve okunmuştu…
Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana
Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kağıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kuru mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve kara tahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
o andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hala başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabansı sesiyle
Gazetecilik, yazarlık, editörlük, de dahil olmak üzere Furuğ’un sinemaya kadar uzanan sanatsal yaşamı başarılarla doludur. O’nun sinemayla tanışması, kameramanlık, yönetmenlik hatta dublaja kadar her alanda varlığını ve yeteneklerini ortaya koyması elbette sırf İran ve çevresinde değil, Batı’da da büyük yankılar uyandırmıştır. Kadınlık iklimine yeni bir soluk getirmekti belki de amacı…Susan kadınların söyleyen dili olmaktı belki de direnişi….Aşkın yediverenlerini hep gülerek dermezdi insan bazen gözyaşlarıyla yazılmış bir şiir kalbe daha iyi nüfuz edebilirdi. Kadındı kadın kimliğini her şiirinde korumalıydı. O’nun kalbiyle dünyaya bakılmasını sağlamaktı belki de en büyük amacı…İlk kitabı Tutsak bu amaca öylesine uyuyordu ki onun gözleriyle bakınca dünya çok farklıydı…
Zaman treni kendisinden uzaklarda olan oğlunu almış gitmişti ve Furuğ Asker Babasının katı ikliminde düzenlediği edebiyat ağırlıklı şiir toplantılarında benimsemişti şiiri…Orada soluklandığı devasa anlarının ileriki yıllarda onu savuracağı yerleri bilir ve görür gibi oynatmıştı kalemini ustaca…
Yeniden Doğuş adlı üçüncü kitabında adeta şiirinin hüviyetini sunuyordu okurlarına benliğini serzederek akıtıyordu gönül ırmaklarını yazdıkça çağlayan şelaleleri anımsatıyordu yüreklere sığmayacak kadar devleşen bu Tusunami hissedilmesin de ne yapılsındı?
Bir kadın da hissedebilirdi….Bir kadında bu kadar isyankar çığlıkla gelen, taşan akımlarını ifade edebilirdi…İstemsizce yaşamamalıydı onun ruhu özgür kalmalıydı…Çünkü o bir Şaireydi…Şiirlerinden yaşama baktıkça ızdıraplarını hayatının penceresinden dışarıya akıtmalıydı…Belki kaldırımlarda çiğnene çiğnene o duygular bir gün olgunlaşacaktı…Belki de yerde sürünerek sızarak akan gözyaşları onları anlayacak bir kalple karşılacak ve bir yüreğin mahzenine varacaktı….O yalnızlar koğuşunda sessizce ağlayan masum Anneliğini bir başka annenin kalbinde resmedebilecekti…Yalnızlığını paylaşanların hemen aklına ilk gelen şiirini okurları okudukça o uzaklarda Annesini hiç görememiş oğluyla kalben buluşacaktı….Üşüyorum şiirinde olduğu gibi:
Üşüyorum
Üşüyorum ve sanırım artık hiç ısınamayacağım
Ey sevgilim! Ey tek sevgilim “kaç yıllıktı acaba o şarap?”
Bak burada
Ne kadar ağır zaman
Ve nasıl kemiriyor balıklar benim tenimi!
Niçin hep denizin altında tutuyorsun beni?
Üşüyorum ben ve sedef küpelerden nefret ediyorum
“Siyah Ev” Furuğ’un, İbrahim Gülistan’la tanışmasının ardından yaşamına açılan başka bir dünyanın başarılı sonuçlarından bir ürünüdür…Avrupa’dan ödüle hak kazanan bu başarılı filmin, o güne kadar bir köşede unutulmaya yüz tutan “Cüzzam hastalarını” iç acıtan görüntülerle “Yaraya Neşter Vurarak” anlatması insanların gözünde Furuğ’u olgun ve yüce gönüllü bir duygu insanı konumuna yükseltmiştir.
O, küçük yaşta sahip olup öpüp koklayamadan ayrıldığı evladı Kamyar’dan ayrı kalışının derin yarasını içlerine girdiği bu topluluğun arasından yaklaşık oğlunun akranı olacak yaştaki Hüseyin’i bağrına basarak onamaya çalışmış hatta onu evlat edinerek evlat sevgisini tatmak ve unutmamak amacını gütmüştür.
Furuğ, karların hatta çığların altında kalan diktatör baskıların handikaplarında boğulan kimselerin feryadı olmuştur yapıtlarında. İranın Şah döneminin sosyal çalkantılarını, siyasi darboğazlarını bir kadın ruhunun içinden çıkamadığı girdaplarından dokunaklı mesajlarla haykırışını sanatıyla sergilemeye çalışmıştır. Şiirlerinde ve Sinema alanında attığı her adımın kendisine olumlu getirileri daha çok ölümünden sonra dahi dönmesi onun yaptıklarının değerini küçültmemiş aksine yüceltmiştir. Zaten yaşarken anlaşılamayan tek sanatçı o değildi ve olmayacaktı da.Şiirleri, her ne kadar bazı çevrelerce eleştirilse de, o iç çalkantılarını ve insani boyutlarını bütün yalınlığıyla göstermekten ve ifade etmekten çekinmeyerek bir dev dalganın savruluşu gibi edebiyat camiasına mısralarını savurmaktan geri durmamıştır…
Aşkı, acıyı, hasreti, toplumsal yaraları, toplumun önyargılarını hatta ölümü öylesine arı duru bir söylemle anlatmış ki bazen yetiştiği ailenin atmosferinde yaşadıklarına isyan ederken, bazen de annesinin en kıymetlisi olan seccadesine, çiçeklerine, cennet özlemi ve cehennem çekincesine atıflarda bulunurken….Hayatın aralığından toplumda kadın olgusuna ve kadına yapılan küçümsemeye neşter kıvamında ki kalemiyle dokunuvermiştir.
Cüzzamlılar mesela…Unutulmuş…uzak durulmuş…hatta terk edilmiş içlerindeki güzellikleri dışlarındaki hastalık nedeniyle beliren şekilsel bozukluktan dolayı terk edilmişlerdi…Oysa, Furuğ’un çerağıyla bakıldığında hiç te çirkin değillerdi…Onlar, toplumun görünmeyen gerçekleri, hatta kusurlarıydılar…Sahipsizliği çok iyi biliyordu…Küçük yaşta acı tecrubeler yaşamışlığından olsa gerek, kalbi yakınlık kurdu onlarla…İlk defa onları ziyaretlerine giden bir aydın şahsiyet hele de bir kadın şair olarak hem şaşkınlığa hem de takdire maruz kaldı. Evet, cüzamlılarla yaşama cesareti gösterdi…Onları yakından takip etti…Onlara yaşanabilir bir yuva yapmalıydı, aydın ve parlak bir sıla yapmalıydı “Kara Ev” dediği barınaklarını…
Çektiği film ödüller aldı hem İran’dan hem de Batı’dan…Sırlarını yazdığı öykülerde belki de kendi yaşamı saklıydı kim bilir…Unutulmayan şiirlerin arasına girdi şiirleri çünkü çağının elzemlerine dokunmuştu yüreğine çevirdiği kalemiyle…O despot batının ve yaşadığı ülkedeki Şah rejiminin baskılarına yanıtlar ve başkaldırılar yapan çığlıklar atıyordu….İçimizde ki zayıfları çiğneyerek ilerleyemezsiniz mesajını veriyordu yavan ve gayretsizce modernlik özentisinde olan bir takım çevrelere…Çünkü ona göre aydın insan, çevresine duyarlı olmalıydı….Sevgisini kalbinden taşırmalı…Yürüdüğü yolun aksine konuşmamalı…Konuştuklarını da aktiviteye dönüştürerek ülkesine ve insanlığa faydalı bir birey olma erdemini göstermeliydi…Elbette içinde onulmaz yarası evladından ayrı kalışı kanatmaktaydı kendini….Ama ne yapabilirdi onun yerine koyamasa da bir cüzam hastası olan Hüseyin’i evlat edip bağrına basmaktan öte? Acılarını içine atıp 20’li yaşlarında hayatını değiştiren İbrahim Gülistan’la tanışmayla yeni bir sayfa açmıştı hayatına… Ölümünün beklenmeyen bir trafik kazası sonucu gelişini önceden görürcesine var gücüyle hayatının halatlarını omuzlamış geriye biricik oğluna kavuşmaktan başka bir iş ve emel bırakmamaya çalışmıştı adeta…
İçinde esen her fırtınayı katlayarak…Annelik hasretlerini dalgaların hırçınlaştığı demlerden sıyırarak….Baba baskısını, onun tatlı çehresi edebiyat toplantılarında şiir okuyup yazmakla,usta şairlerin şiir dinletilerine katılmakla eriterek…. Gönlünü ayza çeken Tusunami’yi bir solukta dünyanın ve ülkesinin seyrine sunmuştur…
Ölüm yıl dönümünde saygıyla andığımız bu cesur ve duygu dolu Şairemizin baş yapıtlarını asrımız edebiyat severlerine örnek ve bilgi olması ümidiyle hatırlatarak yazımıza onun YERYÜZÜ AYETLERİ şiirinden aldığımız bir dörtlüğüyle son veriyoruz:
O zaman
Güneş soğudu
Ve bereket topraklardan gitti
Ve çöllerde yeşillikler kurudu
Ve balıklar denizlerde kurudu
Ve toprak
Ölülerini kabul etmez oldu artık.
Yapıtları:
“Tutsak” 1955
“Duvar” 1956
“İsyan” 1957
"Yeniden Doğuş" 1963
“İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına” yı tamamlayamadan öldü. 1967
Dilimize çevrilen yapıtları:
Sadece Ses Kalıcıdır. Çev. Cavit Mukaddes. Yapı Kredi Yayınları, Ocak 1997
Sonsuz Günbatımı Çev. Onat Kutlar, Celal Hosrovşahi. Ada Yayınları, Şubat 1989
Bütün Şiirleri. Çev. Kutlukhan Eren. Şule Yayınları 1999
Dünya Sevmek İçin Çok Küçük (Mektuplar, söyleşiler, anılar) Çev. Kenan Karabulut, Gri Yayınevi Mart 2006
Furuğ. Çev.Kenan Karabulut. Gendaş. Ekim 2002
Önemli Filmleri:
“Su ve Isı” , “Dalga Mercan ve Kaya” , “Bir Ateş” , "Cüzzamlılar" , “Ev Karadır”
Ödülleri:
1962 yılında yaptığı belgeselle İtalya belgesel filmler festivalinde birincilik.
1963 yılında “Kara Ev” filmiyle, Almanya Oberhausen Film Festivalinde en iyi film ödülü
Bu içeriğe yorum yapan ilk siz olun!