Bizi gerçeklerle karşı karşıya koyan filmler vardır. Bu filmlerden birini ele alalım.
Kulağı derin olana söz anlatmak kolaydır ne de olsa.
1973 yılında yapılmış olan bir Yeşilçam klasiğinden yola çıkalım sizlerle.Efsane yönetmen Ertem Eğilmez’in “motor” demesiyle başlayalım.
Senaryo yazarı: Sadık Şendil
Oyuncular: Tarık Akan, Halit Akçatepe ve Kahraman Kıral.
Cahit Oben ise filme çok duygusal ve unutulmayan bir eser kazandırmıştır.
Filmin konusuna gelince özetleyelim:
Küçük Kahraman (Kahraman Kıral), ağabey Murat (Tarık Akan) ve ağabeyinin sadık arkadaşı Halit (Halit Akçatepe), birlikte yoksul fakat neşeli bir hayat sürdürmektedir. Devamlı bir işleri olmayan ve günlerini daha çok aylaklıkla geçiren bu iki arkadaşın tek bir amaçları vardır:
Küçük Kahraman’ı okutmak ve onun hayatını kurtarmak.
Parasızlığa rağmen neşeli bir hayat geçiren bu küçük ailenin mutluluğu öğretmenin (Adile Naşit) Kahraman’la ilgili bir gerçeği ortaya çıkarmasıyla son bulur. Yapılan sağlık taramalarının ardından kan kanseri olduğu anlaşır. Kahraman’ın en büyük isteği ise bir televizyondur. Ağabey Murat ve arkadaşı Halit, bundan sonra tüm güçlerini bir televizyon alabilmek için harcamaya başlarlar.
İşte filmin konusu budur.
Beni etkileyen ise filmin bambaşka bir sahnesidir. Kardeşine ziyafet vermek isteyen ağabey Murat, kanını satmaya başlar. Kardeşi ve arkadaşı Halit ile lüks bir lokantaya giderler ardından. İyi bir ziyafet çekerler. Kahraman mutludur. İşte benim kırılma anım burada başlar. Hesap istenir fakat evdeki hesap çarşıya uymadığından ağabey Murat işletmenin sahibinden ricada bulunur, tartışırlar.
Düşünebiliyor musunuz? İnsan o yıllarda (1973) kıymetsiz bir varlık olarak tanıtılıyor. Damarınızdaki kanınızı ihtiyaçtan satmak mecburiyetinde kalsanız, bir lokanta hesabını karşılayamayacak kadar değersiz olduğu gösteriliyor. İhtiyaçtan birini mutlu etmek isterken borçlu çıkarılmak insanın içindeki o yemyeşil dalı kırabiliyor. Fazla söze gerek var mı? Sağlık bir öncelik, hatta öncelikten önce “değer” anlamını taşıması gerekirken, paranız kadar zengin, ama paranız kadar da fakirsinizdir. Birde işin ucunda mahcup olmamak var.
“O yıllarda bile durum böyle iken, bu yıllarda daha mı kötüleştik?” sorusunun cevabını sizlere bırakıyorum.
“Canım Kardeşim” isimli bu film çoğumuzu etkiler çünkü sonuç bilinir. Değeri olmayan kan mevzusundan sonra iki arkadaş çaresizlikten bir gece yarısı bir mağazanın penceresini kırarlar ve vitrindeki televizyonu çalarlar. Eve vardıklarında Kahraman’ı uyandırmak isteyen Halit, ağabey Murat tarafından durdurulur. Önce televizyonu kurmak ve Kahramanı öyle uyandırma kararı alırlar. Sürpriz yapmak isterler. Televizyon çalışır ve ne mi olur? Odaya girerler ama Kahraman uyanmaz, çünkü hayatını kaybetmiştir.
Siz şimdi boş verin televizyon izlemeyi, dizilere ait olmayı. Asıl televizyonun ve dramın kendinizin olabileceğini unutmayın. Bu devirde insan, insana öyle karışır oldu ki, sesinizin açıp kapama oranını bile kendilerinin belirleyebileceği şekilde desem yanlış olmaz. Sizi beğenmediklerinde başkalarına geçerek kanal değiştirirler. Sizde insan olduğunuzu zannedip reytinginiz başka ellerde el olur. Kumanda kendi istekleri ve çıkarlarıdır. Hatta siz, “damarlarımdaki kan asildir benim” deseniz de, o lokanta sahibi gibi “değersizsin işte” diyenler olacak ve yıllar yılı kendinizi haklı çıkarabilmek için bir kavgada bulacaksınız kendinizi. Eğri büğrü ama yine de doğru…
İşin özetine gelince, beni daima düşündüren bir filmdir bu yapıt.
Ama biz yazımızı Nazım Hikmet’in “Dünyanın En Tuhaf Mahlukuna” isimli eserinde bulunan dizelerle noktalayalım:
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
- demeğe de dilim varmıyor ama -
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
Bu içeriğe yorum yapan ilk siz olun!