Yüksek bir tepeden izlediği insanları karıncaya bile benzetemeyen bir çocuğun hikayesidir bu.
Her şeyi sorgulamak ve şair Nazım’ın “hayatı ıskalama lüksün yok senin” sözleri kulağında küpe.
İzliyor kavgaları, trafik kazalarını, cinayetleri, töreleri, davaları… Daha doğrusu, bir insan bulmaya çalışıyor insanların arasında. Kulaklık kulağında, radyo dinliyor. Çalmakta olan eski bir şarkıyı giydirmeye başlıyor çıplak ve üşüyen memleketin bedenine. Şarkı pek uyuşmuyor durumlara.
Nice güzelliklerin değiştiğini görüyorhırsa, sanal duygulara…
Görüyor ama bakamıyor, bakıyor ama göremiyor zaman zaman. O da biliyor bakmak ve görmek arasındaki büyük farkı.
Çalışkan bir karıncaya benzetilemeyen insan bilir mi ekmeğin ağırlığını? Kim biliyor bu devirde gazetenin ekmekle olan bağlantısını? Veya kaset ile kalemin bağı? Nasıl sarılırmış ekmek gazeteye ve nasıl sarılırmış kalemle karışmış kasetin bandı?
Dünyanın yörüngesiyle oynamakla, hayatın dengesini ve düşüncenin DNA’sını bozmakla, gelişmek-geliştirmekle ve devir atlamakla bir alakasının olmadığını biliyor bu bozuk oluşumun.
Geçmişin güzellikleri üzerine temeller kurulmadığını, yaşananların tam karşısına inatla geçildiğini anlıyor. Anlıyor ama,mantıklı bir neden veya sebep bulamıyor. Gördüklerinin çözümlenmesi yerine günden günde artmasına üzülüyor. Arada bir arkasına bakıyor. Gerçek yerin dibinde…
Kendini bozmayan ve kavgasını, çalışkanlığını hiç değiştirmeden koruyan bir karıncaya olan sevgimiz değişmemiştir. İşte bu nedenle bir insan, bir karıncaya bile benzetilemez!
Tekrar ediyorum aynı ihtirasla:
Yüksek bir tepeden izlediği insanları karıncaya bile benzetemeyen bir çocuğun hikayesidir bu. Radyodaki şarkı değişiyor. Eskilerden bir eser yine sıradaki. Yüksek bir tepe, yüksekte bir mezarlık. Yatıyor sevdiği arkasında. Gerçek yerin dibinde…
Üzgün ve buruk bir şekilde yavaş yavaş uzaklaşarak, o eski şarkıdan anladığı düşüyor diline:
“Ne gerek vardı bütün bunlara?
45lik plaklar kadar bir-iki şarkılıktır ömrümüz.”
Bu içeriğe yorum yapan ilk siz olun!